TEMEL ÇATLAYINCA
Gazetede o fotoğrafı görünce, dudaklarımda acı bir tebessüm belirmiştir herhâlde. Ortada gün geçtikçe vahşileşen bir dünya sisteminin vücut bulmuş hâli Trump; bir yanında Aliyev, diğer yanında Paşinyan. Aralarındaki gerginliğe son verdiği için her ikisi de Trump’ı Nobel Barış Ödülü’ne aday gösteriyor; neşesi yüzünden belli olan Trump ise, “Kafkaslar’da barışı tesis etmenin” karşılığında Zengezur Koridoru’nu 99 yıllığına cebe indirmiş.
Anadolu Ajansı haberi şu başlıkla veriyor:
“Türkiye, Zengezur Koridoru'nun açılmasıyla küresel tedarik
zincirlerinde merkez olabilir”.
Muhakkak…
Aynı sahne, çok zaman önce
Kafkaslar’da barışı tesis eden Trump beni bir başka
düşünceye yolculuyor. Birinci Dünya Savaşı sona ermiş. Rusya’da Çarlık devrilmiş
fakat Ekim Devrimi henüz hız almamışken; savaştan yenik çıkan Osmanlı’da
kurtuluş fişeğini Mustafa Kemal ateşlemiş.
Herkesin birbirine şüpheyle yaklaştığı, herkesin her an
uyanık olma çabasında olduğu günler. Yenilmiş Osmanlı ve Çarlık sonrası Sovyet
Rusya, emperyalizmin merceği altında. Ancak buna rağmen birbirleriyle ilişki
kurmakta çekimserler. Sovyetler, Türkler karşısında Ermenistan’a yakın
dururken, Azerbaycan’ı ise sovyetleştirmek çabasında. Kurtuluş mücadelesine
atılmış Türkler ise, yurtlarını savunmak ve topraklarını korumak derdinde.
Emperyalizm -o günün ABD’si İngiltere- hesabını yapıyor.
Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan üzerinden bir Kafkas Seddi kurabilirse hem
Sovyetlerin burnunun dibinde bitecek hem Anadolu’ya bir başka noktadan daha
gölgesi düşecek hem de olası bir ittifak hâlinde Sovyetlerle Türklerin arasına
set çekmiş olacak. Lafı uzatmayalım: Türkler Ermenilere karşı başarılı olurken,
bir yandan Azerbaycan sovyetleşir; emperyalizme karşı mücadele eden iki ülke:
Türkiye ve Sovyetler Birliği ilk kez temas kurar, anlaşma ve birbirlerine
destek olma yoluna giderler. Bu önemli bir başlangıçtır…
Politikleşen tarih
Çokça tartışılmıştır… Tarihi, felsefeyi, sanatı eldeki
veriler üzerinden yorumluyor, insana ve yaşama dair bunun üzerinden bir hikâye
kurguluyoruz. Peki hikâyenin aslı gerçekten öyle midir, yoksa bize kalan,
“kalmasına izin verilmiş” olan mıdır? Çoktan çürütülmüş nice fikir, o fikri
çürütenler ve onların argümanları vakti zamanında yok edildiği için, bugünlere
sanki belirli bir zamanı temsil eden fikirlermiş gibi yansımış olabilir mi?
Niye söylüyorum bunları? Yakın tarihe bakışımız da böyle. Neyse ki eldeki
veriler çok daha zengin, hâkim kılınmak istenen görüşler, suyu bulandırsa da
gerçekler hâlâ ulaşılabilir.
Bizim Cumhuriyet tarihimiz de biraz böyle. Osmanlı, savaştan
yenik çıkar, Mondros, Mustafa Kemal Samsun’a gider, Yunan işgali, kongreler,
Ankara-ilk Meclis, Sevr, muharebeler, İzmir’den denize dökülen düşman ve
kurtuluş…
Ermenistan’la yaşanan çatışma, Türklerin Gürcistan ve
Azerbaycan’ın sovyetleştirilmesine koydukları askeri katkı; bu aşamada gelişen
Türk-Sovyet ilişkileri; nihayet Doğu cephesini güvenceye alan milli güçlerin,
buradaki orduyu Yunan ordularına karşı Batı cephesine kaydırabilmesi… pek
anlatılmaz, konuşulmaz.
Tersten soralım; İngiltere kukla hükümetleri eliyle
Gürcistan-Ermenistan-Azerbaycan hattında Kafkas Seddi kurabilseydi;
emperyalizme karşı gelişen Türk-Sovyet ilişkileri hiç başlamasaydı ve
Karabekir’in ordusu Doğu cephesinde her an teyakkuz hâlinde kalmak zorunda
olsaydı; cephane ve para yardımı hiç gelmeseydi; Yunan’ı Anadolu’dan temizlemek
bildiğimiz şekliyle mümkün olabilir miydi?
Niye kongreler sonrası bir Doğu cephesi anlatısı
gelişmemiştir Kurtuluş Savaşı’mızın?
İstenmemiş midir? Oysa, Türk-Sovyet ittifakı devrimimizin
mayasına katılmıştır bir kez…
Cumhuriyet’in seyri
“Kapitalizme ve emperyalizme” karşı kurtuluş mücadelesi
veren Türk halkı, daha o kurtuluşun şafağında içindeki gerici kadrolara
direnmek zorunda kalır. Savaş kahramanından, devrim önderine dönüşeceği
anlaşılan Mustafa Kemal, kurtuluştan sonra köşesine çekilsin, elini eteğini bu
curcunadan çeksin istenir. Gereken yanıtı Mustafa Kemal verir: “Asıl savaşımız
şimdi başlıyor.”
Uzatmadan ilerleyelim; İttihatçılardan kalma iktisat
politikaları, Osmanlı borçları, Lozan’da imzalanan ek ticaret anlaşması, egemen
köylü sınıf ve müthiş bir yoksulluk içinde yön arar Cumhuriyet. 23-38 arasından
cımbızla ayrıntılar çekmek yerine, Atatürk’ün hayata gözlerini yumduğu günden
geriye bütüncül bir bakış atarsak, Cumhuriyet’in iktisadi ve ideolojik seyrinin
-çok önemli bir ayrıntı olan “tam bağımsızlık” şartı ve vurgusuyla- günden güne
sosyalizme yaklaştığını görebiliriz. Bunda elbette Sovyetlerle kurulan ilişki
birincil faktördür. Sanayileşme politikaları, planlı devletçilik hep Sovyet
desteğiyle ilerleyecektir. Günün sonunda, bir zaman konuşmalarında, “devlet
kapitalizmi”nden söz eden Mustafa Kemal’in artık “devlet sosyalizmi”nden
bahsettiği görülecektir.
Sadece Mustafa Kemal veya Cumhuriyet kurucuları mı?
Aydınından edebiyatçısına; politikacısından gazetecisine
takip eden kuşakların ilerici kanadı biraz olsun dikkatle gözlenirse,
Cumhuriyet’in fikri ve o fikrin yönü apaçık ortaya çıkar. Komünistinden
Kemalistine hepsi yeri geldiğinde tartışarak ama neye karşı durduklarını ve “yan
yana” karşı durduklarını hiç unutmadan yol alırlar. Hepsinin ayakları bu
toprağın gerçeğine basar, hepsi Mustafa Kemal ve Kurtuluş Savaşı gerçekliğini
devrimci düşüncelerinin temeline katmıştır. Ve hepsi yüzünü sola, sosyalizme
dönmüştür. Bütün farklılıklarına rağmen Mehmet Ali Aybar da böyledir, Behice
Boran da Hikmet Kıvılcımlı da böyledir Doğan Avcıoğlu da Uğur Mumcu da böyledir
Deniz Gezmiş, Mahir Çayan da Melih Cevdet Anday da böyledir Ceyhun Atuf Kansu
da… Cumhuriyet bir güzel fidandır henüz, büyüyecek, dallanacaktır; yerini ve
yönünü bilerek…
Kendi penceremizden bakmak
Uğur Mumcu, Türkiye’deki ilerici ve gerici akımların, kabaca
İttihat ve Terakki ile Hürriyet ve İtilaf fırkalarından kök bulduklarını
yazmıştır. Bu bakışla, bizim kaynağımız İttihat ve Terakki’dedir ve tarihi
kendimizden ibaret saymak, sadece buraya odaklanmak, sıklıkla düştüğümüz o
büyük yanılgıdır.
Ne olmuştur Hürriyet ve İtilaf’a?
O günün Hürriyet ve İtilaf’ı sonra da sık sık çıkar
karşımıza: Kimi zaman adı, Kuvâ-yi İnzibâtiye olur, kimi zaman CHF karşısında
kısa ömürlü partilere dönüşür o ilk yıllarda. Sonra Demokrat Parti olur,
Marshall Yardımı olur, Komünizmle Mücadele Derneği olur, Sebilürreşad olur,
Adalet Partisi olur, Milli Selamet olur, ANAP olur, DYP olur, MHP olur, gün
gelir AKP olur.
Önce Köy Enstitülerine saldırır, İmam Hatipleri açar, Türkçe
ezanı yasaklar, toplumu gericileştirir; bir yandan aşiretlerini, ağaları,
beyleri el üstünde tutup ülkede sömürü çarklarını döndürürken, öbür yandan
emperyalizme teslim olur, ABD’nin-dünyanın egemenlerinin emrine girer,
yurttaşının insanlık onurunu beş kuruşa satılığa koyar…
Bizim sahiplendiğimiz tarih ve gelenek kendi zorlu
yolculuğunda engellerle boğuşadursun, sermaye destekli gericilik, farklı
formlarda ama hep sınırsız imkânlarla tahakküm kurar halkın üzerinde. Böylece
ilerler tarih…
Kırılma noktaları
Ama tüm bunlara rağmen Kemalistinden Komünistine, Cumhuriyet
devriminden boy vermiş bereketli fidanları kıramaz yine de. Az şey değildir bir
yöne bakan devrimcilerin kararlılığı. Öyleyse başka yollar denemek gerekir;
önce bir bu temeli çatlatmak…
Yakın tarihimizden üç gelişme; devrimin temeline o çatlağı
açar, gericilere yol verir. İlki 12 Eylül darbesidir. Sonuna dek gerici ve
sermayecidir ama sosyalisti Atatürk’e, Atatürkçüyü sosyaliste düşman etmenin de
yolunu açar. Cumhuriyet’e ve Atatürk’e mesafeli solcular da solcu olmadığına,
“sosyalizm ve kapitalim dışında bir üçüncü yol”u izlediğine ısrarla vurgu yapan
Atatürkçüler de bu darbenin eseridir.
Ardından etnik terör başlar ve biraz sonra da Sovyetler
Birliği tarih sahnesinden çekilir. Meydan Huntingtonlara, Fukuyamalara kalır.
Ulus devletler hedeftedir. Doğrudan çatışmaya gerek kalmamıştır. İçerdeki mikro
meseleler kaşınarak bu devletler, egemenler karşısında tehlike olmaktan
çıkarılacak, bin parçaya bölünecek, zayıflatılacaktır.
Liberal sol ve etnikçi sol bir zehir gibi sosyalist solun
damarlarında yayılırken; Atatürkçüler günden güne milliyetçileşir, düpedüz
sağcılaşmaya başlar.
Temel çatlamıştır.
Yeni Türkiye
Sonrasını biliyoruz…
Tarihimizin en aydınlık döneminin yansıması bu fikir ve
duruş dağıtılınca sermayeci-gerici ve bölücü kol yolculuğunda hızını iyice
arttırdı.
Biz şimdi o günleri yaşıyoruz.
“Her şeyi yapabilecek gücü kendinde gören” Cumhuriyet
nesillerinden, yarınını öngöremeyen çaresiz nesillere varırken, bir büyük
yoksulluğun, nefesimizi kesen bir gericiliğin tam ortasında ayakta durmaya
çalışıyoruz.
Bir saray rejimi altında, sürekli zenginleşen bir azgın
azınlığın şımarıklığında, başka bir köşede -kendi ömrümüzden geçmiş- ülkemizin
yarınının kaygısını duyuyoruz.
Sonra bir gazete haberi…
Trump, Aliyev, Paşinyan, emperyalizmin gelip çöktüğü
Zengezur Koridoru.
Ve bunu Türkiye’nin menfaatineymiş gibi pazarlayan Anadolu
Ajansı haberi.
Bizi alıp gerilere, bir başka hikâyeye götürüyor.
O günden bugünlere gelişi sorgularken, kurtuluş reçetesini
anımsamış oluyoruz.
Az şey değil…
Not: Bu yazı, Kemalist Yön dergisi, Ekim 2025 sayısında yayımlanmıştır.