UĞUR MUMCU NEYİ TEMSİL EDİYOR?
Büyük ölüleri anmanın sabit bir yolu, yöntemi yok elbette. Ancak bir öz var ki, yitirildiğinde ölümlerin bize yüklediği sorumluluğa da hıyanet etmiş oluyoruz.
Her 24 Ocak’ta olduğu gibi bu yıl
da Uğur Mumcu’yu beylik cümlelerle ananlar çok olacak; “bayrağı bizde”ciler,
“emanetine sahip çıkanlar”, “bıraktığı yerden mücadeleye devam
edenler”…
Gelin biz, “Aslolan fikirdir”
deyip, bildiğimiz özden şaşmadan Mumcu üzerine düşünelim.
İlk sorumuz, “Eksilen neydi?”
olsun. Uğur Mumcu’nun alçakça katledilmesiyle neyi yitirdik?
Yetkin bir araştırmacı gazeteciyi
mi? Bugün Mumcu gibi, yolsuzluğun,
hırsızlığın, kaçakçılığın, hayali ihracatın, rüşvetin üzerine giden yetkin
araştırmacı gazetecilerimiz yok mu sahiden?
Yeri dolmaz bir Atatürkçüyü mü? Atatürk üzerine, Atatürkçülük üzerine emek harcamış, fikirler
ve çözümlemeler ortaya dökmüş nice yazarımız, düşünürümüz yok mu bizim?
Toplumculuğu, solculuğu,
sosyalistliği; hukukun üstünlüğüne, demokrasiye inancı mı? Ülkemizde bu
değerleri savunan yazarlar, akademisyenler, aydınlar, siyasi partiler de var
şüphesiz.
Öyleyse?
Amin Maalouf, “Ölümcül Kimlikler”
kitabında, kendisini daha çok Arap mı, Fransız mı, Hristiyan mı hissettiğine
dair soruyu hiddetle yanıtlar; kimliğin bölmelere ayrılamayacağını, yarımlardan
oluşmayacağını, kendisinin tek bir kimliği olmadığını belirttikten sonra devam
eder; özel bir “dozda”, onu biçimlendiren bütün öğelerden oluşmuş tek
bir kimliği olduğunu söyler.
Bu “doz”, dünyanın farklı
noktalarında, aynı zaman diliminde, benzemez gerçeklikleri yaşayan toplumların fikir
dünyası için de geçerlidir. “Kitaba uygun” her fikir, o halkın
gerçekliğiyle sınanır, özünü yitirmez ama, “ayağını gerçeğin taşlarına basar.”
Uğur Mumcu’nun dünya görüşü ve
mücadele tarzı, sulandırılmamış bir laiklikten güç alan aydınlanmacı, halkçı, toplumcu
mücadelenin, bu topraklar için “özel doz”udur.
Uğur Mumcu yetkin bir araştırmacı
gazetecidir. Ancak ele aldığı dosyalarda işin siyasi boyutunu, hırsızlığı,
yolsuzluğu ortaya koymakla yetinmez; bütün bunların ideolojik temelini somut
olaylarla örnekleyerek halka anlatır. 1 Mayıs 1990 tarihli köşe yazısında şöyle
der:
“Devlet,
niçin, başta kaçakçılık sektöründen milyarlar kazanan ‘lümpen sermayesi’ olmak
üzere sermaye sınıfına yasalar, kararnameler ve tebliğlerle ayrıcalıklar
sağlarken emekçilerin haklarını kısıtlıyor?
Bu model, işçiler ile öteki emekçi sınıf ve
tabakaların reel ücretlerini azaltırken; sermaye gelirlerini niçin artırıyor?
Emek gelirleri düştükçe düşerken; sermaye ve rant
gelirleri niçin yükseldikçe yükseliyor?
Bütün bunların niçin yapıldığına ‘ideoloji’ yanıt
veriyor; nasıl yapıldığına da ‘siyaset’.”
Mumcu, halkın cebinden çalınan
her bir kuruşun egemenlerin cebine nasıl girdiğini belgesi ve bilgisiyle ortaya
koyarken, bunun sebebinin kapitalist sistem olduğunu söyler, insanlığın buna
karşı verdiği mücadeleyi anar ve her birimize insan onurumuzca düşen mücadele
payını hatırlatır.
Uğur Mumcu, yeri dolmaz bir
Atatürkçüdür. Bunun en önemli nedeni, Atatürkçülüğü-Kemalizmi başı sonu belli,
bir altın çağ ideolojisi yahut sosyalizmin ve kapitalizmin dışında bir “üçüncü
yol” görmek yerine, devrimci adımların en güçlü kaynağı kabul etmesi;
varılacak bir hedef değil, o hedefe giden bir hareket noktası bilmesidir. Ona göre Kemalizm bir ideoloji değildir;
antiemperyalist, tam bağımsızlıkçı, laik bir tavırdır. Bu toprağın başarıya ulaşmış
en onurlu kavgası, halkın yol açıcısıdır. Bu yoldan yürünecek, sosyalizme
varılacaktır.
Mumcu’nun yazılarında dogmatizmi,
geçmiş güzellemesini, kuru bir milliyetçiliği; devrimcilikten, halkçılıktan,
devletçilikten arındırılmış bir slogan Atatürkçülüğünü göremeyiz. Aksine,
böylelerini hedefe koyar, onlarla da mücadele etmeyi, toplumsal kavgasının
gereği sayar.
Solculuğuna, sosyalistliğine “liberal
virüs” bulaşmamıştır. Meselenin iktisadi, sınıfsal yönünü gözden kaçırmaz. Hak
aranacaksa, haklı olan, hakkı olan herkes için aranacaktır. Kuru milliyetçiliğe
karşı olduğu gibi, etnik kökenden beslenen politikaların da karşısındadır. Sermaye
ve emek arasındaki çelişkiyi gizleyip, etnik çelişkileri ön plana ve üst düzeye
çıkarmanın bir egemen çevre tuzağı olduğunu yazar. Öte yandan insan hakları ve
demokrasi mücadelesinde yurttaşlar arasındaki en ufak ayrıma, farklılığa
karşıdır. Gözleri Türk, Kürt, Ermeni görmez; insanı görür; hakkı yeneni ve hak
arayanı görür; bunların yanında konumlanır, kavga verir. Ve o kavgada
samimidir.
Şimdi bir toplama yapalım: Uğur
Mumcu antiemperyalist, antikapitalist, laik, Aydınlanmacı, Kemalist ve sosyalist
bir araştırmacı gazetecidir. Liberal ve dinci kuşatma altındaki bugünün düşün
dünyasında birbirinden koparılmış bütün bu kavramlar ve bu ideolojiden beslenen
gazeteciliğiyle soyutu somuta dönüştürme ve halkına aktarma becerisi, Uğur
Mumcu’nun bize yurdumuz için sunduğu o “özel doz”dur.
Geldik ikinci soruya: Mumcu,
kavgasını hangi tarihsel süreçte vermiştir?
Osmanlı, köylü toplumu yapısıyla
Sanayi Devrimi sonrası dünyada yaşanan toplumsal çalkantıların dışında ve
gerisinde kalır. Bu geriden takip, kaçınılmaz bir son olarak yıkımını getirir.
İşgale uğrayan Anadolu’da Mustafa Kemal öncülüğünde başlayan bağımsızlık
mücadelesi zaferle taçlandığında, sıra devrimlere gelir.
Sosyolojik ve sınıfsal gerçeklik,
onlarca yıllık savaşların, yıkımların, ölümlerin, geri kalmışlığın,
eğitimsizliğin toplamıdır. Atatürk’ün, kendi onurunu, halkının onuruna bağlayan
inancı aydınlanma kavgasını önceler. Ardından, komşumuz Sovyetler Birliği’nin
de desteğiyle sanayi adımları atılır. İnsanlığın geri kalanıyla Anadolu halkı
arasında açılmış olan tarihsel makas hızla kapatılsın diye uğraşılırken devrimin
önderi hayata gözlerini yumar. Sonra gelenler, iyiyi-doğruyu-hakça olanı değil
kazançlı olanı seçer; halkın değil, o halkın içinden semiren belirli bir
sınıfın ve onların küresel sahiplerinin hizmetine girerler.
Yurtseverler için 40’lar, 50’ler,
60’lar bu mücadele ile geçer. Hepsinin aklındaki soruyu yıllar önce Sabahattin
Ali sormuştur: “Bütün bunların sonu buna mı varacaktı?” Kavga; yeniden,
yürünmeye başlanan yola dönülsün, inanç tazelensin, adımlar büyüsün diyedir. O
yılların toplumcu ve sosyalist siyasal örgütlerinde, dergilerde, gazetelerde;
ülkemizin edebiyatçısından, gazetecisine eli kalem tutan tüm yazarlarının
kitaplarında dile getirilen, sahip çıkılan çaba -elbette yöntemsel farklılıklarıyla
birlikte- bu özde toplanır.
Biraz önce andığımız yolu, fikri
ve yöntemiyle Uğur Mumcu, bu çabanın Cumhuriyet tarihimizdeki en güçlü en etkili
temsilcisi ve ne acıdır ki bu “özel doz”daki kavganın son durağıdır.
“Bayrağı bizde” ise, “emanetine
sahip çıkıyorsak”, “bıraktığı yerden mücadelesine devam ediyorsak”,
son durakta vakit kaybetmemek, aşılmış yolları anıp, geçmişin hayaliyle
avunmamak; onun kaldığı yerden yolu açmaya devam etmek de bize ödevdir.
Gerisi lafügüzaf.
Gelin düşünelim…