26 AĞUSTOS: BU DEFA NİÇİN HARP ETTİĞİNİ BİLENLERİN HİKÂYESİ
“Mustafa Kemal Paşa’nın yüreği, Anadolu halkının yüreğidir; sıcak, yumuşak insan yüreği. Ölümden tat alan adam değildir o. Halkını ölüme vermemek için dövüşmüştür o.” der Ceyhun Atuf Kansu.
Ölmemek için dövüşen bir halkın, haklı savaşının önderidir Mustafa Kemal.
Ve artık vakit gelmektedir, ‘Ya istiklal ya ölüm!’diyenlerin nihai hesap günü yaklaşmaktadır.
Yılın başından beri Büyük Taarruz’un planlarını büyük bir gizlilik içinde yürüten Mustafa Kemal, yakın arkadaşı Fethi Okyar’a bir vazife verir: Dahiliye Vekili Ali Fethi Bey, Londra’ya gidecek, İngilizlere Türklerin bugünkü şartlarda bir barışı aradığını anlatacak, bundan sonrası için savaşı değil mevcut şartlarla bir barışı arzu ettiğini Batı basınına yayacaktır.
Yola çıkan Ali Fethi Bey, 14 Ağustos 1922’de Londra’ya varacak, derhal Hariciye Nazırı Lord Curzon’dan randevu talep edecek ve talep ettiği randevu kendisine verilmeyecektir. Muhatabından randevu alamayan Ali Fethi Bey, basın temsilcilerine açıklamalara başlayarak, Türkiye’nin bundan sonrası için barış arzusunda olduğunu dillendirecektir. Bütün gazeteler Türkiye’nin barış istediğine yer vermeye başlayınca İngiliz hükümeti de daha fazla kayıtsız kalamayacak, 25 Ağustos’ta İngiliz hariciyesine çağrılan Ali Fethi Bey’e müsteşar tarafından Lord Curzon’un bu konuda bir hazırlık içine girdiği, hazırlığın ancak eylül ayından biteceği, kendisiyle de o zaman görüşeceği bilgisi verilecektir.
İşlem tamam, balık oltaya geldi. Eylül ayının ortalarına kadar kendisinden İngilizleri oyalamasını isteyen Mustafa Kemal’in arzusu gerçekleşti sayılır artık…
Büyük Taarruz’dan on beş gün öncesi…
Taarruza hazırlık emrini vermek ve kumandanlarla görüşmek üzere Akşehir’de bulunan Garp Cephesi’ne hareket eden Mustafa Kemal, trenden Biçer İstasyonu’nda iner, otomobille Sivrihisar üzerinden Akşehir’e doğru yol alacaklardır. Otomobile bindikleri anda derin bir nefes alır Mustafa Kemal, yanındaki Salih Bozok hemen sorar:
“Rahatsız mısınız Paşam?”
“Değilim”
“O halde bir şey düşünüyorsunuz galiba?”
“Düşündüğümü tatbik edecek zamana malik olursam cihanın gözlerini kamaştıracak bir manzar-i askeriye husule gelecektir…”
Önemli kararların, mühim zamanların arifesinde olduğumuzu anlayan Salih Bozok sessiz kalır…
Günler sonra yine bir şaşırtmaca hamlesi. Mustafa Kemal Paşa tarafından Çankaya’da bir çay ziyafeti verileceği bütün gazetelerde duyurulurken taarruzda bulunmak üzere bir gece yarısı otomobillerle Çankaya’dan önce Konya’ya oradan Akşehir’e hareket.
Ve bir telgraf:
“Batı Cephesi Kumandanı İsmet Paşa Hazretleri’ne,
Bugün 17 Ağustos 1922 sabahleyin otomobil ile Konya’ya hareket ettim.”
Başkumandan
Mustafa Kemal”
Artık yıllarca süren direniş, düşmanı yurttan söküp atmakla sonuçlandırılmalıdır.
Artık, bu halka tarihin hiçbir döneminde yakışmayacak bu esaret, dünyaya ders veren bir bağımsızlıkla taçlanmalıdır.
Son hazırlıklar, kumandaların son toplantıları. Her zaman olduğu gibi cephe hattında bir başkumandan: Mustafa Kemal…
İbrahim Sorguç, Osmanlı’nın son günlerinde yükseköğrenimini tamamlamak üzereyken askere alınıp, Filistin Cephesi’ne gönderilmiş, burada ne uğruna savaştığını dahi anlayamadan esir düşmüş bir genç. Savaş alanlarında dahi günlük tutmaktan hiç vazgeçmemiş. 1920’de yurda döndüğünde Ulusal Kurtuluş mücadelesini bir müddet sadece izlemekle yetinmiş, sonra askere giderken günlüğüne şu cümleyi kaydetmiş:
“Mamafih bu defa niçin harp edeceğimi biliyorum…”
İbrahim Sorguç, 26 Ağustos sabahı cephededir. Günlüğü yine yanındadır:
“25/26 Ağustos 1922, Cumartesi
Taarruz: Sabahleyin 5.15 evvelde topçularımız ateşe başladılar. Pek şiddetli topçu ateşi altında 3. Taburumuz ile 10. Alay kahramanca hücumla düşmana saldırdılar, yerleri tam saat yedi evvelde zapt ettiler.”
Aynı anda Mustafa Kemal’in emriyle Anadolu’nun dünyayla iletişimi kesilir, kurtuluş savaşçıları sessizliğe bürünür. Hiç kimse ne olup ne bittiğini, cephede neler yaşandığını bilemez. İstanbul, bir gece kör ve sağır kalır; direnişçiler, işgali destekleyenler, herkes bir anda ortalığı kaplayan bu sessizlik için merakla bir haber peşindedir. Bir taarruz başladığı işitilmiştir, ya sonrası? Düşman sökülebildi mi, kuvvetlerimiz geriliyor mu; bu son taarruzun ardında bir zafer mi var yoksa büsbütün her şeyin sonuna mı geldik?
Sessizlik uzadıkça, umutlar da azalıyordu…
Olan biteni anlamaya çalışanlardan biri Falih Rıfkı Atay’dı.
“Akşamüstü, gene beynimizin içinde aynı burgu, kalbimizin içinde aynı ağrı, Büyükada’ya gidiyorum. Güverte tıka basa dolu. Türkçe konuşmayanlarda birbirinin sözünü kapan bir sevinç var. Sadece bu sevinç bizi yıkmağa yeterdi. ‘Ne olmuş?’ diye sormaktan korkuyorduk.
Bir fena şey vardı. İhtimal durmuştuk. Belki de bir iki noktada gerilemiştik. Ordu bozulmamışsa bundan ne çıkardı? Yunanlılar da artık bitkin bir halde değil miydiler? Aşağı yukarı bir uzlaşma yapabilirdik. Bu da elbette Sevr Antlaşmasından daha iyi olurdu.
Fakat içimizdeki sualin, kimseden aramağa cesaret edemediğimiz cevabı kendiliğinden geldi:
-Başkumandan Mustafa Kemal Paşa bütün karargâhı ile beraber esir olmuş… (Yazanın notu: Bu haber o gün kimi Rumca gazetede çıkmıştır.)
Keder insanları öldürmez derlerse, bu söze inanınız. Kalp denen şeyin ne dayanıklı bir maddeden yapılmış olduğunu ben o akşamüstü Büyükada vapurunun güvertesinde öğrendim.”
O gün Büyükada Yat Kulübü’nde karşılaştığı manzarayı şöyle anlatır Atay:
“Kulüpte Mustafa Kemal’in esir olması şerefine mahzenin bütün şampanyaları patlıyor ve Türkler de dağıtılan kadehleri içmeye zorlanıyordu. Ada sokakları çoluk çocuğun çığlıkları ile geçilmez bir halde idi.
Ölümü bir uyku, rahat bir uyku gibi arayarak sabahı ettik. İlk vapurun en görünmez köşesine sığınarak, iki büklüm köprüye indik. Bütün Türkleri yas içinde bulacağımı sanıyordum. Meğer ne kadar soysuzluğa uğramışız. Acaba hepsi şu veya bu muhipler cemiyeti azaları mıydı? Bizimkiler utançlarından evlerinde mi kalmışlardır? Bu gülüşler, bu çırpınışlar, bu el sıkışlar ne idi?”
Oysa Yunan kaynaklı haberler gerçeği yansıtmıyordu. Kurtuluş savaşçıları gizlendikleri sessizliğin içinde düşmanı yok ediyor, özgürlüklerinin bedelini ödeyerek, topraklarını adım adım emperyalizmin uç beylerinden temizliyordu…
Mustafa Kemal’in yönettiği Büyük Taarruz, yurdunu savunanların, istilacılar karşısındaki büyük zaferine dönüşmüştü…
Ve nihayet, halkın diliyle, kaçan düşmanın güzergâhında kalan halka seslendi kurtuluş savaşçıları:
“Sevgili Türkiyalılar, Sevgili Kardeşlerimiz!
Türk ordusu Yunan ordusunu perişan etti. Yunanlılar her tarafta topunu tüfeğini bırakıp bozgun ve dehşet içinde kaçıyor. Etrafı sarılanlar her yerde teslim oluyor… Köyleri harmanları yakıyor… Ey ahali, sakın korkmayınız. Sizi kurtarmak için üç senedir dağlarda çarpışan ordunuza Cenabı Hak büyük bir zafer verdi. Yıldırım gibi Yunan cellatlarını kovalıyor. Kadınlarınızı, çocuklarınızı düşman kaçarken dağlara ve emin yerlere saklayınız. Eğer düşman bir köy yakmaya, bir yol tahrip etmeye teşebbüs ederse hemen ona hücum ediniz. Kaçan düşmanın yanında kalan her köy emniyetle bilsin ki, Türk ordusu yirmi dört saat geçmeden yetişiyor. Bir de hangi Yunan kıtası veya kumandanı mezalim yaparsa onun numarasını ve kumandanının ismini öğreniniz.”
1 Eylül 1922’de yayınlanan ‘Millete Beyanname’de ise şöyle diyordu Başkumandan Mustafa Kemal:
“Milletimizin bünyesindeki kudret ve mefkûreyi üç buçuk sene evvel mesai arkadaşlarım ile ifade etmekten başlayarak, tahammülsüz müşkülat içinde devam eden mücahedelerimizin neticeleri tezahür ediyor. Milletimizin geleceği emindir ve vaat edilen zaferi ordularımızın elde etmesi muhakkaktır.”
19 Mayıs’ta Samsun’a ayak basarak başlayan Kurtuluş Mücadelesi, onurlu bir halkın fedakârca kavgasıyla 26 Ağustos’ta o son ve en büyük yumruğu sömürgecilerin, emperyalistlerin, onların ileri karakollarının kafasına indiriyor ve mazlum milletlerin şanlı tarihinin en büyük destanlarından birini yazıyordu:
Özgürlük ve bağımsızlık bizim karakterimizdir…
Mustafa Kemal, Millete Beyannamesinden iki gün sonra 3 Eylül’de, Heyeti Vekile Riyaseti’ne bir telgraf çekti:
“Fethi Bey’in Avrupa’da kati müzakereye dair olan salahiyetine nihayet vermek uygun olur.”
Akıl dolu bir mücadele ortaya konmuş ve Mustafa Kemal’in kurtuluş planı, halkının desteğiyle bu mücadeleden galip çıkmıştı…
Fethi Bey dönebilirdi, hem belki zaferlerini, diğer bütün kahraman kumandanlarla birlikte, Çankaya’da bir çay partisiyle kutlarlardı…