CEYHUN ATUF KANSU VE DEVRİMCİNİN BİLİNCİ
Seksen darbesinin şekillendirdiği, şekillendirmediyse de
hayal ettiği, umduğu; popüler kültürle soslanmış, bolca slogan ve geçmiş zaman
güzellemesiyle dolgulanmış günümüz Atatürkçülük yazınından kafamızı kaldırıp;
biraz geriye, bu ülkenin gerçek Atatürkçü yazarlarına, aydınlarına kulak
verdiğimizde, Cumhuriyet devrimini anlamak –gerçekten anlamak- yolunda ilk
adımlarımızı atmış oluruz.
O yazarların çoğu, Cumhuriyet devrimini, ‘Kurtuluş’ ve ‘Kuruluş’ aşamalarına ayırırken, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının
önce ülkedeki işgali sonlandırıp ardından devrimler yoluyla toplumu ileri
taşımayı hedeflediğinin altını çizerler. Tarihsel süreçlere bakıldığında,
şüphesiz, doğru bir tespittir bu.
Cumhuriyet tarihinin en önemli Atatürkçü aydınlarından biri
olan Ceyhun Atuf Kansu ise Kurtuluş Savaşı’nı incelediğinde çok daha derin bir
tespiti koyar halkının önüne, daha bütüncül ve bugünden baktığımızda aradan
geçen yıllar içinde ülkenin niçin bu duruma düştüğünü anlamamızda daha yardımcı
bir tespittir bu.
Ceyhun Atuf Kansu, ‘Bağımsızlık
Savaşı’ ile ‘Kurtuluş Savaşı’
kavramları arasındaki ayrıma dikkat çeker.
Kansu’ya göre; “Kendine
yetmeyen, çağına yetmeyen bir devlet bağımsızlığını yitirir.” Osmanlı’nın
hikâyesi tam olarak bundan ibarettir. Osmanlı kendine yetmemiştir; saray ve
çevresi kendi gücüyle ayakta duracak bir devlet düzenini sürdüremedikçe
kaderini sömürgenlere bağlamış, varlığını onların insafına terk etmiştir.
Osmanlı, çağına da yetmemiştir; dünya son hızla ilerlerken kendi halkına
ortaçağı dayatan bir yönetim eninde sonunda yıkılmaya mahkûmdur.
Bu yıkıntının ardından, yüzyıllardır bu topraklarda gözü olan
emperyalist işgalciler iştahlı bir paylaşımı yürürlüğe koyup, yurdu kendi
aralarında bölüşürken, burnunun ucuna dek gelen ‘gâvur ordularını’ gören
Anadolu halkı direnişe geçer. Bu savaşın, öncekilerden farkını şöylece anlatır
Ceyhun Atuf Kansu:
“İlk padişahsız
savaşımızdır bu ve kendimiz için vuruşmamızdır. Kendi ordumuzdur, köylüden,
kızandan ve İstanbul kaçağı subaylardan, kendi toprağımız için savaşan,
buğdayımız, yaylağımız için.”
Niçin padişahsızdır bu savaş?
“Bağımsızlığını veren
bir devlet, üstyapısını ayakta tutmak için yabancı efendiler arar” der
Ceyhun Atuf Kansu. Osmanlı üstyapısı da kendi varlığını sürdürmek adına
halkının bağımsızlığını pazarlık masasına yatırmış, işgalcilerden bu
bağımsızlık karşılığında aman dilenmektedir o sıralarda. Tarihimizin en trajik
anlarından biridir ki, ilk padişahsız savaşını veren halk, yeniden özgür olmak
için padişahını kurtarması gerektiğini sanırken; padişah ve çevresi
işgalcilerin yanında o halkın üzerine ordular göndermektedir.
Yabancı efendilere hoş görünmek bir varlık mücadelesidir
Osmanlı üstyapısı için çünkü. “Ama ulus
bilisizdi, halk bilmiyordu. Halk üstyapıdaki oyunu ayırt edemiyordu.” diyor
Kansu.
Bu üst yapıyı sadece padişah ve çevresi de temsil etmiyordu;
memleketin nimetlerinden faydalanan, halkın üzerinde kendilerine güvenli,
mutlu, varlıklı bir yaşam alanı yaratmış bir sınıf da benzer oyunlar
sergiliyordu. Kansu, bu kesimin sergilediği oyunun varmak istediği sonuca şöyle
değinir:
“Kurtuluş çaresini
böyle bir bağımlılık oyununa getiren üstyapı, iki şeyin korunmasını, Türkiye’yi
batıran iki tarihsel geriliği öne sürüyordu: ‘Düveli muazzama’ ile arayı
bozmamak (Şimdi Almanya’nın yerine İtilâf devletleri geçmişti), bir de padişaha
ve halifeye canla başla bağlı kalmak. Bağımlılığın bu iki temel koşulu idi. Bu
kurtuluş çaresinden başka çareler aramak, düşünmek ‘dinsizlik’, ‘vatansızlık’,
‘hainlik’ idi.”
İşte tam bu noktada Mustafa Kemal tarih sahnesine çıkar bir
kez daha, halkının önüne düşer, ona gerçek kurtuluş yolunu gösterir. Şöyle
devam eder Kansu:
“İşte, Mustafa Kemal,
Osmanlı devletinin kendisine giydirdiği dinsizlik, vatansızlık, hainlik
urbasını üzerine alarak başkaldırdı: Bağımsızlık dinini, gerçek vatanseverliği,
ulusuna gerçek bağlılığı seçti.”
‘Bağımsızlık savaşı’
ile ‘Kurtuluş savaşı’ ayrımı tam da
bu noktada önem kazanır.
Bağımsızlık –örneğin- işgalden kurtulmakla sağlanabilir.
Amerika da bir bağımsızlık savaşı vermiştir. Oysa Mustafa Kemal’in öncülüğüne
soyunduğu savaş daha başından bütüncül bir kurtuluş savaşıdır.
“Mustafa Kemal ulusal
onur adına savaşmıştır: Utancın yerine onur! Bağımsızlık savaşları ile kurtuluş
savaşları arasında en önemli incelik buradadır.” der Ceyhun Atuf Kansu ve
şöyle devam eder:
“Bu noktayı üzerine
basa basa iyice belirlemeli. Kurtuluş için bağımsızlık savaşıdır bu savaş.
Neden ki halkı ezen, halkı sömüren, halkı geri bir hayata sımsıkı bağlayan,
halktaki yaratıcı çiçeğin hava pencerelerini kapayan bütün engelleyici
koşullar, bağımlılığın, bağımlılıkta ekonomik-siyasal çıkarlar bulan
emperyalizmin ve onun yerli ortaklarının yarattığı; zorla, baskıyla, zulümle
sürdürdüğü koşullardır.
Kurtuluş savaşının
elde etmek istediği bağımsızlık ‘tarihsel, ekonomik, toplumsal, kültürel,
siyasal’ her türlü bağımlılık halkasını kırmak isteyen bir bağımsızlıktır. Bu
yüzden, ülkeden emperyalistler ve onların tavandaki ortakları kovulabilir,
siyasal bağımsızlığa kavuşulabilir, burada savaş bitmiş sanılabilir, ama hayır,
kurtuluş savaşı sürer: Kurtuluş savaşı, siyasal bağımsızlığın kazanıldığı yerde
başlar. Neden ki, asıl şimdi, halk bağımsızlığın gücüyle, kendini geri bırakan,
ezen, sömüren tarihsel koşullarla hesaplaşacaktır. Kurtuluş savaşı, bu
hesaplaşma, halkın yararına dönene değin sürer.”
Kurtuluş savaşının bütüncüllüğünü, bir bağımsızlık savaşını
aşan yönünü ise şöyle özetler Kansu:
“Sömürgeciliğe karşı
savaş bağımsızlık; iç düşmanlara karşı savaş gerici tarih sınıflarının yok
edilmesini; geri toplum yapısına karşı savaş ise devrimi getirir. Türk Ulusal
Kurtuluş Savaşı çağımız ulusal kurtuluş savaşlarının kaynağı bir Türk
bağımsızlık hareketi, bu bilimsel çizgiyi izler. Batı emperyalizminin
ordularıyla çarpışır. Kuvayı İnzibatiyenin, Halife Ordusunun işbirlikçi
güçleriyle hesaplaşır ve sonunda, geri toplum düzenini belli bir devrimci
çizgide değiştirmeye yönelir.”
Bağımsızlığın çağdaş ölçütü de bu kurtuluş felsefesi içinde
yeniden anlam bulacaktır Ceyhun Atuf Kansu’ya göre. “Bağımsızlık” der, “bilinçlenmiş
özgürlüklerin birleşmesinden doğar. Birleşik bir özgürlüktür, ortak bir
özgürlüktür o: Kişiler özgür değilse, bağımsızlık bilinci doğamaz. Birleşik,
ortak özgürlük, yani bağımsızlık olmayınca da, kişisel özgürlük olamaz. Mustafa
Kemal’in kurtarmak istediği bağımsızlık, kişileri özgürleşmiş, kendine yeten,
çağdaşlaşmış bir toplumun bilinçli ortak özgürlüğü idi.”
Kansu’nun bu cümlelerin ardından yaptığı yorum, Mustafa
Kemal’in Türkiye tarihindeki eşsiz yerini en doğru şekilde belirtmektedir.
Mustafa Kemal’in kurtuluş bilincinin; emperyalist ordular, onun işbirlikçisi
Osmanlı üstyapısı, geri bir ortaçağ düzeninin ardından, Anadolu’nun sesiyle de
çarpışmak zorunda kaldığını en açık şekilde ortaya koymaktadır:
“Bağımsızlığın bu
yorumunda Mustafa Kemal’in ve çoğu asker devrimci aydınların sesiyle,
Anadolu’nun sesi arasındaki ayrımı, bu iki sesteki nitelikleri belirlemeden,
bağımsızlık savaşımızın temel felsefesini ve çatışmalarını anlayamayız. Bu iki
ses arasındaki temel ayrım, savaşın amaçlarından başlıyordu: İlkönce devlete…
sonra sömürgecilere ve sonra… devleti de, toplumu da bu bağımlılık uçurumuna
atan ortaçağa! İlkönce devlete, neden ki, sömürgecilerin saldırısını üzerimize
çeken ortaçağlı ve bağımlı devletti.
Anadolu orta
sınıfının, devletle ve ortaçağla pek bir kavgası yoktu. Düşmanı da ‘bir
sömürgeci’, ‘Batı anamalının öne sürdüğü’ bir ‘emperyalist öncü’ olarak değil,
bir ‘gâvur ordusu’ olarak görüyordu. Kendi geleneklerini, kendi düzenini, kendi
topraklarını vermek istemiyordu: Vatanseverliği gelenekçiliğe dayanıyordu. Ama
ne var ki, bağımsızlığa yetmeyecekti bu. Savaşın amacı, sadece ‘düşmanı’,
‘gâvur ordusunu’ yurttan kovmak, geleneklerimizi, topraklarımızı, köylerimizi,
evlerimizi, ‘camilerinde ezan sesleri yükselen’ İslam ülkesini düşman
çizmesinden kurtarmak olamazdı. O düşmanı, ‘bir avuç Türkün barındığı ata
yurdu’na çeken temel nedenler yenilmezse Türk ulusu gerçek bağımsızlığa
kavuşamazdı. Yarı sömürge koşulları durdukça, ortaçağ yaşadıkça! Anadolu orta
sınıfı tarihsel akışın dışında, geleneklerin içinde –ama kendi düzeninin
bilincinde- gerçek bağımsızlık bilincinden habersizdi. Gerçek bağımsızlık
bilinci, devrimcinin bilinciydi. Öyle ise, sömürgecilerle birlikte, eski
düzeni, eski toplumu ve bütün bunların kaynağı ortaçağı da tarihin denizine
dökmek gerekiyordu. Bu, ‘kendi geleneklerini, kendi topraklarını’ korumak
isteyen Anadolu’nun bağımsızlık ilkesini aşıyordu, bu bir devrim ilkesi idi.
Mustafa Kemal’in bağımsızlık ilkesi bir temel dönemeçte, tarihsel bir gelişim
kavşağında Anadolu’nun sesi ile çatışıyordu. Onun bağımsızlık savaşı da bu
nedenle, bir devrim niteliği taşıyordu.”
Kaynağını Kurtuluş Savaşı gerçekliğimizde bulan devrimci
bilincin en önemli taşıyıcılarından biri olan Ceyhun Atuf Kansu’nun bu gerçekçi
bakışı şu yadsınamaz tespiti yapmamızı gerektirir.
Anadolu halkı, Mustafa Kemal’siz de bir bağımsızlık savaşı
verebilirdi. Ancak bu savaşta başarıya ulaşsa dahi, varacağı nokta, ya göbekten
işgalcilere bağlı bir halife-sultanın emrine girmek ya da koruyucu kollayıcı
bir mandayı kabul etmek ve günlük hayatındaki geleneksel yapısını koruyabilmek
düzleminde olacağından, hemen sonrasında çok daha büyük bir yıkım ve esaretin
gelmesi kaçınılmaz olurdu.
Anadolu halkının bağımsızlık savaşına, Kurtuluş Savaşı
felsefesini ve inancını aşılayan Mustafa Kemal’in devrimci bilincidir. Bu
yüzden, Mustafa Kemal varlığıyla, tek başına, Kurtuluş Savaşı’mızın tarihsel
dönüm noktasıdır.
Bu yüzden bugün en çok O’na saldırmaktadırlar.
Gericilerin, sömürgecilerin, onların yurt içindeki
uşaklarının yoluna en büyük taşı, bu toprakların tarihinde Mustafa Kemal
koymuştur.
Ve Mustafa Kemal’in bu devrimci bilincini en iyi anlatan, en
iyi özümsemiş gerçek Atatürkçü yazarları, aydınları okumak, onların düşün
dünyasında iz sürmek bu ülkenin Atatürkçüleri için işte bu yüzden hayati
önemdedir.
Ve bu yüzden Ceyhun Atuf Kansu, ölümsüzdür; Mustafa Kemal’in
düşün meşalesinin, ülkemizin çok önemli bir tarihsel aralığındaki en önde gelen
taşıyıcılarından biri olmuştur. Bugünden, Atatürk’ün devrimci bilincine uzanmak
isteyenlere yolu Ceyhun Atuf Kansu ve onurlu Atatürkçü aydınlarımız
aydınlatmaktadır hâlâ.
Ve şöyle seslenmektedir Kansu:
“Yiğit ölmeyilen adı
kalır ki, Atatürk ölmeyilen de muradı kalmıştır. Öyle ise, o ne yapmak
istemiştir, halkını hangi dağın başına, ulusunu hangi çağın başına ulaştırmak
istemiştir? Şimdi, gün bugündür, onu anmak demek yitikliğine yanmak değil,
açtığı çığırın ardından iz sürüp bir dağ yoluna dayanmak demektir.”
“O yaşasaydı, o yolda
sürüp gitseydi, ölümün erken eli ona değmeseydi, ne yapacak idiyse, nasıl
yapacak idiyse onu yapacağız, bayrağı kaptığımız gibi öncümüzün çığırına yol
açıp yürüyeceğiz, yürüyeceğiz.”
Yürüyeceğiz…
Yürüyeceğiz…
Ta ki “Kurtuluş
Savaşı’ndaki hesaplaşma halkın yararına dönene değin”…
Gerçek Atatürkçünün görevi, iz sürüp bir dağ yoluna dayanmak
ve yorulmadan, yılmadan yolunda yürümektir çünkü.
Cumhuriyet bilgesi Ceyhun Atuf Kansu’ya ölüm yıldönümünde
saygı ve minnetle…